Ahmet Tekeli ile 40 yıl süren bir beraberliğimiz oldu. İkimiz de Lozan Üniversitesi’nde öğrenci iken, 1964 yılında tanışmıştık. O, Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Dönem arkadaşları arasında İsmail Cem (sonradan Dışişleri Bakanı oldu), Arda Gedik (Namık Gedik’in oğlu) gibi isimler vardı. Kendisi gerçekten parlak bir öğrenciydi. Dersleri izlemenin ötesinde İsviçre’nin federal düzeni gereği (her büyük kurum başka bir kantonda yer alırdı) Lozan’da bulunan Yargıtay’ın kararlarını, içtihatları incelemek için sık sık Tribunal Federal’e giderdi. 1965 yılında mezun oldu ve Türkiye’ye döndü. Ben, Siyasal Bilimler Fakültesi’nde okuyordum. 1966 yılında evlendik, ama ben eğitimimi tamamlamak için Lozan’da bir yıl daha kaldım.
Ahmet Türkiye’ye döndükten sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nde “muadelet” sınavlarına girdi, hepsini başarıyla verdi, avukatlık stajını yaptı ve 1 Temmuz 1966’da avukatlık ruhsatını alarak İstanbul Barosu’na kaydoldu. Ardından askere gitti. Ben 1967’de diplomamı alıp döndükten sonra, askerliğin kıta hizmeti bölümünü, deyim yerindeyse birlikte Babaeski’de yaptık. Askerlik sonrası Ahmet avukatlığa başladı. O dönemin uluslararası şirketler konusunda uzmanlaşmış önde gelen avukatlarından Rasim Cenani ile birlikte çalıştı. Rasim Bey’in ölümünden sonra büronun takip ettiği dosyaların hemen hepsi Ahmet’e devroldu. O, yanına pek çok genç avukat alarak (Vakfın kurucularından olan Serap Zuvin de onlardan biriydi…) alanının en başarılı avukatlık bürolarından birini kurdu. Yıllarca meslek dalında vergi rekortmeni oldu.
Hayatta en inandığı ve sevdiği alan hukuku uygulamaktı. Avukatlık mesleğinin icrasına dair köklü bir inancı vardı: Önemli olan sorunları çatışmasız çözmekti; onun için davaları mahkemeye taşımak yerine hep, müzakere, uzlaştırma, hakemlik gibi yolları kullanmaktan yana oldu.
Ben ise, Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan oldum. Doçentliğimi, 1979 yılında “Kadınların Siyasete Katılımı Konusunda Mukayeseli Bir İnceleme” başlıklı tezimi savunarak kazandım. 1981 yılında, YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) uygulamaları nedeniyle üniversiteden istifa ettikten sonra kendimi çeyrek yüzyıl sürecek bir kadın mücadelesi içinde militan olarak buldum. Ahmet benim çalışmalarıma her zaman saygı duyduğu gibi, ona yakın gelen bazı projelerime maddi ve manevi destek de verdi. Bunların başında Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı gelir. Bu kısa öyküden anlaşılacağı gibi bizi ayıran pek çok şeyin yanında (siyasi görüşlerimiz hep farklı oldu, hep tartıştık; o, fanatik bir Fenerbahçeliydi, ben, fanatik olmayan bir Galatasaraylıydım; o spor severdi, ben opera severdim gibi…) hemfikir olduğumuz konular da vardı; hukukun ve kadın hakları mücadelesinin önemi bunların başında geliyordu.
İşte bu nedenle, Ahmet 2010 yılının Kasım ayında öldüğünde, vasiyetname yoluyla bana bıraktığı mal varlığını bu ortak amacımız için kullanma kararı aldım. Kadın hukukçuları, öğrenci, stajyer avukat, araştırmacı olarak desteklemek, onlara bu amaçla burslar vermek bu Vakfın kuruluş nedenidir. Sanırım, Ahmet’in de seveceği bir fikirdir. Onun anısını böyle yaşatmak istedim.
Sevgi ve saygılarımla
Şirin Tekeli